Hukuki Realizm, Hukuki Pozitivizm ve Doğal Hukuk
Doğal Hukuk
Aklımızı kullanarak oluşturduğumuz, keşfettiğimiz hukuktur. Doğal hukuk
temsilcilerinden Aziz Augustinus’e göre yalnızca Tanrı’nın buyruğuyla ve din
öğretileriyle doğru yolu buluruz ve doğal hukukta da olması gereken zaten budur.
Çünkü Aziz Augustinus, hukukun dinden oluştuğunu düşünür. Thomas Aquinas’ da
bir doğal hukukçu olmasına karşın bazı yerlerde akıl bazı yerlerde imana
başvurulması gerektiği ve ikisinin bir arada yürütülmesi gerektiğini savunur. Jacques
Maritain tarafından olan tanımına baktığımız zaman hukuk; hayır işlemek ve kötü
şeylerden kaçınmak için evrensel nitelikli yetenekler ve eğilimler bütününü
ifade eden insan doğasına dayanır. Ama bu dayanağa karşıt iki görüş vardır.
İlki; insanlar pekala günah işlemeye de eğilimli olabilir. İkinci olarak ise bu
durum doğru bile olsa vicdan ilkesi kişilerin eğilimlerini belirlemede yeterli
bir kıstas değildir. Çünkü tek bir gerçek insan doğası yerine belki
bilinemeyecek kadar çok insan doğası vardır. Kant ise doğal hukuk bağlamında
aklımızı kullanarak evrensel kategorik buyruklara ulaşabileceğimizi ve bu yönde
doğal bir hukuk inşa edebileceğimiz fikrini savunur.
Doğal hukuk, insanın zihninde ve vicdanında var olan adalet duygusundan
ortaya çıkar. Doğal hukuk fikri yani insan doğasına ait evrensel adalet
ilkelerinin ve beşeri hukukun da bu ilkelere dayalı olması gerektiği tezi Antik
Yunan’ a kadar gitmektedir. Aristoteles bu durumu şöyle yorumlamıştır: “Eğer
yazılı hukuk davamıza aykırıysa, evrensel hukuka başvurmalı ve daha büyük bir
eşitlik ve adalet için ısrarcı olmalıyız.”
Doğal hukukun adalet ilkesi en iyi Aziz Augustinus tarafından ifade
edilmiştir: “adil olmayan kanun, kanun değildir.” Yani bir hukuki işlemin
geçerli olabilmesi için, adaletin gereklerine uygun olması, her halükarda ona
hizmet etmesi gerekir. Dolayısıyla eğer bir hukuki işlem veya bir hukuk normu,
adil ise geçerlidir; adil değil ise geçersizdir, diğer bir ifadeyle
bağlayıcılığı yoktur. Kısacası, bu görüşte geçerli olan hukuk, adil olan hukuktur.
Hukuk robotlaşmış bir sistemin ürünü olmamalıdır çünkü etten kemikten, adalet
duygusuna sahip insanlar tarafından üretilmiştir.
Pozitif Hukukun, Doğal Hukuka Yönelttiği Eleştiriler
Doğal hukuk ve pozitif hukuku birbirinden ayıran en önemli özellik temelinde
adalet ilkesine dayanır. Pozitivist teoriye göre adalet, fiziki bir fenomen
değil, bir değerdir. Yani metafiziksel ve soyut bir değer taşıdığı için kıstas
olarak kabul edilemez. Değerler alanında
da görecelilik ve yokluk tezi geçerlidir. Yokluk tezine göre, değerler gerçek
dünyada bulunamazlar. Dolayısıyla bilimin konusu olamazlar. Görecelilik tezine
göre, değerler gerçek hayatta mevcuttur ya da değildir ama bu objektiflik
açısından cevaplanabilecek bir soru değildir. Özetle pozitif hukuk değerlerin
göreceliliği tezini kabul eder. Bu yüzden adalet değeri konusunda herhangi bir
şeyi kanıtlama imkanı söz konusu değildir. Bu sebeple egemenin koyduğu tüm
kurallar hukuka uygun sayılır. Norm içeriği bu durumda önem arz etmez. Pozitif
hukuka göre, hukuku hukuk yapan, egemenin iradesidir. Bu bağlamda adalet, pozitivistlere
göre birinci planda sayılmaz. Metafiziksel öğeler, Tanrı buyrukları mümkün
olduğunca hukukun dışında bırakılmalıdır. Çünkü bu şekilde toplumun saf bir
özgürlüğe ulaşacağını savunurlar. David Hume, hukuk yapılırken mümkün olduğunca
ahlak ile hukuk beraber işlenmemeli(ayırma tezi) diyerek bu görüşü
meşrulaştırır. Jeremy Bentham’da mümkün olduğunca faydayı izleyen eylem göz önünde
bulundurularak evrensel ahlaki kodlardan bir hukuk sistemi inşa edilmesi
gerektiği tezini savunur. John Austin’de benzer bir biçimde hukuku hukuk yapan
esas noktanın cebri yaptırım olduğunu öne sürmüştür. Hukukun meşru bir gerekçeye dayandırılmasının
insanlar ve yönetim tarafından yapılabileceğini düşünür. İşte bu noktada bir
diğer pozitivist olan H.L.A. Hart, bu meşruluğun cebri ve kaba güçle
oluşturulacağı hususunda Austin’i eleştirmiştir. Esas özgürlüğün sağlanması
için hukukun egemenin inisiyatifine bırakılmaması gerektiğini savunur. Çünkü
hukuka asıl meşruluğu ve adaleti zorunluluk değil yükümlülük hissinin verdiği
görüşündedir. İçselleştirilen hukuk adil ve meşru olandır. Ve hukukun egemenin
arzusu için değil sosyal düzenin devamlılığı için gerekli olduğunu ve hukuku
ahlaki normlardan tamamen ayırmanın bir zorba devlet meydana getireceğini
belirterek hukuki pozitivizme yeni bir bakış açısı getirmiştir. Hukuki
pozitivizmin en büyük eksikliği kaba gücün meşrulaştırılmasıdır. Bu bağlamda
ayırma tezi de özgürlükten ziyade bir toplumsal yozlaşmaya sebebiyet verebilir.
Hukuki Realizmin, Doğal Hukuk ve Hukuki Pozitivizme Yönelttiği
Eleştiriler
Hukuki realizm akımı, hukuku soyut hukuk normlarından ya da adalet ve ahlak gibi fizikötesi olgularla değil, reel dünyadaki gerçek bir takım ilişkilerle açıklamayı tercih eder. Bu bağlamda hem doğal hukukçuları hem de hukuki pozitivistleri eleştirirler. Sadece teorik uygulamalarla hukukun belirlenemeyeceğini aynı zamanda pratik hukukun gerektiğini ve temel alınması gerektiğini savunurlar. Çünkü gerçek hukukun mahkemelerin verdiği kararlarla belirlendiğini, dolayısıyla hukuki araştırmaların yargıçların verecekleri kararlarla hakikati ortaya çıkaracağını iddia ederler. Yargıçların karar alma mekanizmasının, meseleye nerden bakılması gerektiğine yardımcı olacağını savunurlar. Yani bu akıma göre asıl hukuk yargıcın meseleyi nasıl çözdüğüdür. Toplumda kesin ahlak kurallarının var olamayacağını çünkü hayatın ve toplumun her alanında bir belirsizlik olduğunu savunurlar. Aynı zamanda hukuki pozitivizm ve doğal hukukun topluma bir kesinlik verdiğini ancak hukukun kanundan ibaret olmadığı görüşündedirler. Bu bağlamda Dworkin, hukuk ve ahlak arasında kesin bir ayrım olduğu iddiasını reddetmekte ve ahlaki değerlendirmelerin, hukukun belirlenmesinin bir parçası olduğundan söz etmektedir. Dworkin’e göre, I. Dünya Savaşı sonrası hukuki pozitivizm yetersiz kalmıştır çünkü toplum sosyal, siyasal ve ekonomik olarak çöküntüdedir. Burada devreye kendi deyimiyle “Herkül Yargıçlar” girmelidir çünkü ahlaki bir takım yükümlülüklerle verecekleri kararlar hukukun devamlılığı ve hakların korunmasını sağlamada kilit rol oynar. Dworkin’in hukuk sisteminde, ahlak felsefesi hukukun ne olduğunu anlatmada ve yargısal yorumlamada bir gereklilik olarak görülmektedir. Dworkin’in bu yeni hukuki sistemini oluşturmasında rol oynadığını belirttiği Hart’ da sonradan kendisini onaylamış, hukuku uygularken yargıçların kendi kişisel ahlak anlayışlarıyla karar verebileceğini kabul etmiş ve ahlakın hukuku belirlemede bazen gerekli olduğuna katılmıştır.
Bu karşılaştırmalar sonucunda ben doğal hukuku benimsemekteyim ama
hukuki realizmin de içinde haklı unsurlar barındırdığını düşünüyorum. Sorunuzu
doğal hukuk bağlamında ele aldığımızda, akıl yoluyla ve adalet yönüyle
düşündüğümüzde mirasçı işlediği suçun cezasını almakla birlikte mirasa da sahip
olamaz. Çünkü asıl amacımız burada adaleti tesis etmektir. Ve ilahi adalet
kısası uygun görür. Kısas uygulamasalar dahi işlenen suçun cezası örnek teşkil
etmesi bakımından caydırıcı olmalıdır. Ortada bir suç vardır ve bu suçun cezası
vicdanla örtüşür nitelikte olmalıdır. Ama adaletin tesisi için miras bırakanın,
mirasçı tarafından hangi sebeple öldürüldüğünün anlaşılması da önem arz eder.
Hukuki pozitivizm bağlamında ele
aldığımız zaman zaten adaletsiz olan bir dünyada göreceli bir özgürlük için
hukuk ve adaletin ayrılması vicdanın kabul edebileceği türden bir hadise
değildir. Örneğin mevcut egemen gücün bu olayla ilgili bir kanun çıkardığını ve
genel anlamda ahlaki değerlerin kişiden kişiye değişeceğini, ortada bir suç
işlendiği göz önünde bulundurularak cinayetin cezalandırılacağını ama mirasçı
hukuki olarak belirli olduğu için aynı zamanda mirastan faydalanabilme hakkının
da bulunduğu kararının verileceğini söyleyebiliriz. Çünkü hukuki pozitivizm
akımında faydayı maksimize edecek kararların verilmesi gerektiği görüşü
yaygındır. Lakin salt pozitif hukuku savunmanın bize empoze edilen düzenden
başka hangi düşünce tarzını kazandıracağı sorusu da sorulmalıdır.
Hukuki realizm bağlamında ele aldığımız zaman burada kesin bir cevap
vermek çok güçtür çünkü hukuki araştırma ilkesini benimsemişlerdir bu yüzden inisiyatif
yargı mekanizmasında yani yargıçların elindedir. Fakat toplumdaki kesin ahlak
kurallarına dayandırmadan bir karar vereceklerini söyleyebiliriz. Yani
mirasçının ceza alacağı kesindir ama ne kadar alacağı ve mirastan faydalanıp
faydalanamayacağı yargıcın ulaşacağı kararlarla belirlenir. Ama ahlaki
yükümlülük üzerinden yorumlayacak olursak zaten mirasçı tarafından işlenen
cinayetin yargıcın vicdanında uyandıracağı etki, mirasçının mirasa sahip
olamamasını sağlayabilir diyebiliriz.
Okuduğunuz için teşekkür ederim.
Yorumlar
Yorum Gönder